Sözlükte kuyruk dibi, kuyruk sokumu, kuyruk sokumundaki kemiğin başı, en küçük bir parça anlamında kullanılmaktadır. Bu kavram “(el-acbe) kuyruk sokumundan başka insanda çürümedik hiçbir şey kalmayacaktır.” gibi öldükten sonra tekrar dirilişi (ahireti) anlatan bir kısım hadislerde geçmektedir. Acbü'z-zeneb, insanın kabir hayatını sonlandıracak, kendisinden insanın yeniden diriltilmesine sebep olacak, vücudun en küçük parçası demektir. Bediüzzaman Hazretlerine göre acbü'z-zeneb, insanın ölümünden sonra cesedinden geriye kalan, cesedinin bir çekirdeği ve tohumu hükmünde, insan bedeninin tüm özelliklerini taşıyan “zerrât-ı esâsiye”, “eczâ-yı asliye” dediği temel, aslî parçalarıdır. Hz. Üstada göre insan cesedinin haşirde yeniden bu aslî ve temel parçalardan inşa edilmesi mümkündür ve inşa edilecektir. İslam âlimleri “acbü'z-zeneb” kavramının yerini genellikle “kuyruk sokumu” olarak tesbit etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri ise acbü'z-zenebi temel/esas zerreler “zerrât-ı esâsiye” ve aslî parçalar “eczâ-yı asliye” olarak ifade etmektedir. Yani insan hayatının başından sonuna kadar varlığını devam ettiren ve insan bedeninin adeta bir tohumu ve çekirdeği özelliğini taşıyan vücudun temel yapı taşları/gen veya vücudun aslî parçaları olarak değerlendirmesi âlimlerden farklı bir yorum getirmektedir.
Sözlükte güçsüz olmak, kudreti olmamak, zayıflık, güç yetirememek, bir şeyi yapmak veya bir işi yapacak kudreti olmamak, her şeyde geri kalmak anlamında kullanılmaktadır. Kudretin zıddıdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre acz, varlıkların kendisini inciten, korktuklarını defedecek ve ihtiyaçlarını giderecek kişinin zatına ait bir kudretten mahrum olmasıdır. Başka bir ifade ile insanın kendi fiillerini, amellerini ve davranışlarını yaratacak bir kudretinin olmamasıdır. Ona göre acz, bütün varlıkların ortak bir özelliğidir. Acz, Hz. Üstadın insanları Allah'a (cc) ulaştırmak için Kur'ân'dan istifade ederek ortaya koyduğu acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolunun dört esasının birincisidir. Hz. Üstada göre acz, insanları Cenabı Hakk'a ulaştıran en kısa ve en selametli bir yoldur. İnsan aczini idrak etmekle ubudiyet yoluyla mahbubiyet (Allah'ın (cc) sevdiği kulluk) makamına erişir. Bununla birlikte kişinin aczini insanlara değil Allah'a (cc) karşı göstermesi gerektiğine dikkat çeker. Hz. Üstad, varlıkların aczleri ile Yüce Allah'ın (cc) kudretini ilan ettiğini ifade eder.
Sözlükte bir şeyin bedelinde verilen şey, kıymet, hak, misil anlamında kullanılmaktadır. Zıddı zulümdür. Istılah olarak adâlet, her şeyi yerli yerinde yapmaktır. Adâlet, işlerde vasatı takip etmektir. Adâlet, müsavattır. Yani nitelikte (keyfiyet), nicelikte (kemiyet) veya başka sıfatlarda beraber olmak, eşit olmaktır. Adalet kavramı yaratılışa uygun hareket etmek, istikamet, büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemek, dinin yasaklarından sakınmak, aşırılıklardan sakınarak hikmet, iffet ve şecaatten meydana gelen orta yolu tutmak gibi farklı anlamlarda da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre adâlet; 1-Yerli yerine koymak, 2-Her hak sahibine istidadı ölçüsünde hakkını vermek, 3-Varlıkların bütün ihtiyaçlarını ve hayatlarının devamı için gereken bütün cihazları en münasip bir tarzda vermek, 4-Gerçek sebeplere dayanarak hüküm vermek, 5-Hak sahibine hakkını vermek, 6-Ayrım yapmaksızın herkesin hakkını korumak, 7-Müsavat olmak üzere farklı anlamlar taşımaktadır. Hz. Üstada göre adalet müsbet ve menfî olmak üzere iki kısma ayrılır. Müsbet adâlet: Hak sahibine hakkını vermektir. Adaletin bu türü dünyada tam görünmektedir. Çünkü her şeyin istidad, fıtrî ihtiyaç ve ızdırar diliyle Allah'tan (cc) istemiş olduğu şeyler verilmektedir. Menfî adalet: Haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını cezalandırmak şeklinde veriyor. Adaletin bu kısmı dünyada tam görünmese de ahirette tam görülecektir. Hz. Üstad, insanın fiil ve amellerinin bir esasının da adâlet olduğunu ifade eder. Ona göre adâlet Kur'ân'ın hakikatlerinden ve İslamiyet'in düsturlarından biridir. Hz. Üstada göre adâlet, Kur'ân'ın tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere dört ana esasından biridir.
Bediüzzaman Hazretlerine göre ferdin açık veya gizli, hamiyet namına tercih ve rızası olmak şartıyla o ferdin hakkını toplumun selâmeti için feda etmeyi mümkün gören adâlete denir. Buna adâlet-i nisbiye de denir. Hz. Üstada göre adâlet-i izâfiye, küllün selameti için cüz'ün, cemaatin selameti için ferdin hakkını nazara almayan bir nevi adâlettir. Hz. Üstadın başka bir tanımına göre adâlet-i izâfiye, ehvenü'ş-şerri tercih etmektir. Hz. Üstad adâlet-i mahzânın uygulanması mümkün iken adâlet-i izâfiyenin tatbik edilmesinin zulüm olduğun düşünmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerine göre مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فٖى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا “Kim bir kimseyi, bir kimseye veya (o kimsenin) yeryüzünde bir fesad (çıkarmakta olmasın)a karşılık olmaksızın (ölüm cezâsını gerektiren bir suçu olmadığı hâlde) öldürürse, o takdirde bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide suresi: 32) ve وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰي “Hem hiçbir günahkâr, başkasının günâhını yüklenmez” (Fâtır suresi:18) ayetlerinin sırrıyla bir masumun hayatını, kanını ve hakkını, bütün halk hatta tüm insanlar için veya bir kişinin hukukunu toplumun selameti için feda etmeyen ve herkese hakkını tam ve eksiksiz veren adâlete denir. Hz. Üstad, bütün varlıkların ilahî kudret önünde eşit olduğu gibi ilahî adâlet önünde de eşit olduğunu ifade etmektedir. Bundan dolayı Cenabı Hakk'ın yanında hakkın hak olduğunu, hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmadığını, küçüğün büyük için iptal edilmeyeceğini söylemektedir. Ona göre bir cemaatin selameti için ferdin rızası bulunmadan o ferdin hayatı ve hakkı feda edilmez.
Sözlükte kabul etmemek anlamına gelmektedir. Bediüzzaman Hazretlerine göre adem-i kabul, kişinin düşünmeden, bir hükme varmadan, bir göz kapama ile konuya lakayıtlık göstererek, cahilane bir hükümsüzlük ile var ve sabit olan hakikati kabul etmemesidir. Böylece insan bu tavrıyla birçok batıl ve mümkün olmayan şeyleri kabul edebilmektedir. Hz. Üstada göre adem-i kabul, kolaydır. Çünkü bir terk ve hakkı kabul etmemektir. Hükümsüzlüktür. Tam bir cehalettir. Bunun dayanağı sabit bir delilin yokluğudur. Şek ve şüphedir.
Sözlükte Allah'ın (cc) süre gelen âdeti, kanunu, sünneti anlamında kullanılmaktadır. Âdet kelimesinin Allah'a (cc) nisbet edilmesi ise süregelen ilahî âdete dikkatleri çekmek içindir. Sünnetullah veya tabiat kanunları da denmektedir. Istılah olarak âdetullah, âlemin sahip olduğu düzen, nizam ve sürekliliği açıklamak üzere kelamcıların kullandığı bir tabirdir. Bediüzzaman Hazretlerine göre âdetüllah, 1-Allah'ın (cc) fıtrî kanunlarıdır. 2-Cenabı Hakk'ın emir ve iradesinin külli cilvesi ve unvanıdır. 3-Varlıklarda görünen ilahî fiillerin tanzim ve nizamını gösteren kanunlardır. 4-Küllî bir iradenin, umumi bir ihtiyarın ve kapsayıcı bir hâkimiyetin unvanıdır. Buna şeriat-ı fıtriye de demektedir. Hz. Üstad, âlemdeki düzen ve işleyişi bu ilahi kanunlara vermek istemeyen bir kısım insanların âdetullah yerine tabiat kanunları dediğini söylemektedir. Hz. Üstad, kanunlardan ibaret olan âdetullahın haricî vücudu olduğunu değil ilmî vucüdu ve itibarî işlerden sayıldığını açıklamaktadır.
Sözlükte her şeyi kendi yerine koyma, aşırılıklara kaçmadan ortada ve dengede olma, insafla davranma, bir şeyi kıvamına getirme, biçimlendirme, doğrultma, düzene koyma, düzeltme gibi anlamlara gelmektedir. Zıddı ise zulümdür. Bu kelime sıfat olarak kullanıldığında “çok âdil” anlamına gelmektedir. İsim olarak kullanılırsa “doğruluk, adalet” anlamına gelir. Mastar olarak kullanıldığında ise “doğru davranmak, doğru olmak, adaletle hükmetmek” manalarına gelmektedir. Adl, varlıktaki dengeyi idare etmek, her şeye var olma ve hayat hakkı vermekle birlikte varlığı ve hayatı korumak, büyük kitlelerin vereceği zararlardan engellemek, mahşerde cinleri ve insanları sorguladıktan sonra her şeye hakkını vermekten ibarettir.
Hadis ıstılahı olarak mütevâtir olmayan haber demektir. Yani aklın ve âdetin yalan üzerine birleşmelerini imkânsız gördüğü, senedin başından sonuna kadar kendileri gibi bir topluluktan naklettikleri mütevâtir hadis gibi değildir. Sened yönüyle mütevâtir haber derecesine ulaşamayan hadis anlamında kullanılmaktadır. Haber-i vâhidin zan veya katiyet ifade etmesinde hadis âlimleri ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı zan ifade eder derken diğer bir kısmı da sıhhati sabit olduktan sonra “zan ifade eder” demenin manasız olduğunu vurgulayarak katiyet ifade ettiğini belirtmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri sahih olan âhad hadislerin bazen bir kısım şartlar dâhilinde tevâtür gibi katiyet ifade ettiğini belirtmektedir. O, haber-i vâhidin hâricî emarelerle katiyet ifade edeceğini düşünmektedir. Bir kısım haber-i vâhidin manevî tavâtür hükmünde kanaat vereceğini ifade etmektedir.
Bu kelime insanın anlamını, ne olduğunu, nasıl bir varlık olduğunu, varlıklar içindeki yerini ve değerini, diğer varlıklarla olan ilişkisini anlatmak açısından son derece önemlidir. Takvîm, sözlükte eğriyi doğrultmak, kıvama, nizama koymak, kıymetlendirmek manalarına gelmektedir. Istılah olarak ahseni takvîm, maddi-manevi her türlü güzelliğe sahip, gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyyat itibariyle ruhanî bakımdan olsun insanın en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmasına denir. Bediüzzaman Hazretleri, insanın ahsen-i takvimde yaratılmasını şöyle tasvir etmektedir: İnsan; ilahi kudretin en güzel bir mucizesidir. Bundan dolayı istidat ve kabiliyet olarak en yüksek, en zengin bir mahiyettedir. Hem insan, ilahî rahmet eserlerini ve nimetlerini tanıyacak, tartacak çok çeşitli duyu ve duygulara sahip bir varlıktır. İnsanın istidadı câmidir. İnsanın bu şekilde ahsen-i takvimde yaratılmasının menbaı da onun ism-i a'zamın tecellisine ve Esma-yı Hüsna'nın her birinin ism-i a'zamlık mertebesinin tecellisine mazhar olmasından kaynaklanmaktadır. Demek insanın en güzel şekil ve biçimde yaratılması onun bütün Esma-yı Hüsna'ya en geniş bir şekilde mazhar olmasından gelmektedir. Hz. Üstada göre insanı en yüce bir makam olan ahsen-i takvime çıkaracak vasıta şükürdür.
Sözlükte menetmek, engellemek, bağlamak, alıkoymak, mürşit anlamında kullanılmaktadır. Aklın hakikati konusunda ihtilaf eden âlimler ve düşünürler aklın tanımı hakkında da farklı açıklamalar yapmışlardır. Yapılan bu tanımlara bakıldığında aklın maddi bir kuvvet olmadığı, manevi bir nur, cevher, duygu olduğu konusunda fikir birliği görülmektedir. Akıl, insanın kesin bilgiye ulaşması için en önemli bir vasıtadır. Bu noktadan son derece önem arz etmektedir. Akıl, duygularla elde edilemeyen, duyguların dışında kalan ve maddi olmayan şeyleri idrak ederek insanı gerçek bilgiye ulaştırır. Akıl hakkında yaygın olan birkaç tanım şöyledir: Akıl, ilim ve fenleri idrak etmeye yarayan, nefsin bir kuvvetidir. Akıl, madeni ruhta, nuru beyinde görülen ve duyularla bilinmeyen şeyleri idrak eden manevi bir nurdur. Akıl, insana mahsus olup ilim ve fenleri elde etmekle birlikte onları idrak etmeye yarayan bir kuvvettir. Bediüzzaman Hazretlerine göre akıl, hayattan, şuurdan ve duygulardan süzülmüş, şuurun bir özüdür. Hakkı batıldan, hakikati evhamdan ayırmaya yarayan manevi bir duygudur. Nuranî bir latifedir. İnsanın en değerli bir cihazıdır. Hz. Üstad külliyatında aklın niçin verildiği, pratik hayatta nasıl kullanılması gerektiği ve bunun sonuçları üzerinde daha çok durmaktadır. Aslında bu durum Kur'ân'ın bir metodudur. Zira Kur'ân-ı Kerim de aklın kullanımı üzerinde yani akletme üzerinde çoklukla durmaktadır. Hz. Üstad, aklın bulunduğu yer konusunda ise “Muhabbet kalbte, akıl dimağdadır” demekle aklın yerinin beyinde olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte o, aklın nurunu kalbten aldığını da ifade etmektedir. Akıl, Bediüzzaman Hazretlerine göre marifetullah için verilmiş olup rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açan bir tılsımdır. Sahibini ebedi saadete götüren Rabbanî bir mürşiddir. Rahmanî bir hediyedir. Veriliş amacına uygun kullanılmadığı takdirde de uğursuz, rahatsız edici bir alet olur. Geçmiş zamanın acılarını ve geleceğin endişe ve korkularını insanın başına yükleyen bir alete dönüşür. Sonuçta bereketsiz zararlı bir cihaz olur.
Sözlükte daha yakın olmak anlamına gelir. Bazı muhakkiklere göre fâilin sıfatıdır. Bu kelime zamanda, mekânda, nispette, haz ve haysiyette, riayette, kudrette kullanılır. Istılah anlamı olarak akreb, 1-Kudretin nüfuz ve tesir etmede daha yakın, varlıklara daha çok sahip ve onlarda daha çok tasarruf sahibi, 2-Nefisteki vesveseyi bilmekte daha yakın, 3-Kudretin tesiri, 4-İlim itibarıyla yakınlık, 5-Yapılan dualara süratle icabet etmek demektir. Akreb kelimesi Cenabı Hakk'ın ilminin kemalini göstermektedir. Allah (cc) her şeyin ahvalini ilmiyle o kadar bilir ki sanki zatıyla yakınmış gibi taalluk eder. Akreb kelimesinde Cenabı Hakk'ın zat olarak yakın olmasını kast eden olmamıştır.
Bediüzzaman Hazretlerine göre mekândan münezzeh olan Zâtı Zü'l-Celâlin, her şeye ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın, hâzır ve nâzır olması demektir. Hz. Üstada göre bu ıstılah Cenabı Hakk'ın vâcibu'l-vücud, mekândan münezzeh, her şeyi yaratan ve varlıkta tutan demek olan Kayyum oluşu ile ilgilidir. Cenabı Hakk'ın isim, fiil, sıfat ve şe'nlerine işaret etmektedir. Hz. Üstad bu ıstılahın anlaşılmasına hizmet edecek şöyle bir örnek vermektedir: Güneşin, her şeffaf ve parlak şeyde yansıması, görünmesi veya onları etkilemesi, onlara zatlarından daha yakın ve hepsinin yanında hazır ve nazır olduğunu gösterdiği gibi Cenabı Hak da ilim ve kudretiyle her şeye her şeyden daha yakındır. Hz. Üstad bu ıstılahın, her bir varlığın Yüce Allah'ın (cc) ilim, irade ve kudretine mazhar olduğunu, Cenabı Hakk'ın hiçbir mekânda olmadığını fakat her şeye her şeyden daha yakın olduğunu gösterdiğini ifade etmektedir. Hz. Üstada göre bu ıstılahın manası düşünüldüğünde her bir insan: “Allah yanımda hazır ve nazırdır” diyebilir. Bediüzzaman Hazretleri bu terimle ilgili olarak insanın şöyle bir psikolojiye kapılabileceğini de ifade etmektedir. Cenabı Hakk'ın mekândan münezzeh olmasından dolayı insan: “Bana tesir edemez” veya Cenabı Hakk'ın insana şah damarından daha yakın olmasından dolayı “O'na tesir edebilirim” demesini insanın cehaleti olarak değerlendirmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerine göre Cenabı Hakk'ın her şeye her şeyden daha yakın olması sırrının anlaşılması, inkişaf etmesi demektir. Allah'ın (cc) her şeye yakın olması yani akrebiyeti, hakikate varmak isteyen meslek ve meşreplerde görülen akrebiyetin inkişafından farklıdır. Hz. Üstad bu konuyu güneş örneğiyle anlatmaktadır. Elimizde bulunan aynayı güneşe çevirdiğimizde güneş, ışığı, ısısı ve timsali ile aynamızda görünür. Bu noktadan güneş bize yakındır. Çünkü ziyası, harareti ve misalî aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz güneşin nuranî özelliklerinden dolayı aynamız aracılığı ile onun yakınlığını hissetsek, aynamızdaki yansımasıyla olan münasebetimizi anlasak ve o vasıtayla onu tanısak; ışığının ve ısısının ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Bediüzzaman Hazretlerine göre akrebiyetin inkişaf etmesi kesbî değil, ilahî bir lütuf tur. Vehbidir. Rahman olan Allah'ın (cc) kulunu manen kendine meylettirmesidir. Kulun, Allah (cc) tarafından sevilmesidir. Hakikate ulaştırmada en kısa, çok metin, çok yüksek, çok halis, harikaları az fakat meziyetleri fazla olan bir yoldur.
Sözlükte ilim edinmeye alet ve vesile olan şeye denir. Varlıkların tümünü kapsayan bir kelimedir. Allah'tan (cc) başka olan her şey için kullanılan bir kavramdır. Âlem, ilim sahibi olan melek, cin ve insana verilen bir isimdir. Âlem, Hâlık-ı Teâla olan Allah'ın (cc) kendisiyle bilindiği tüm cisim ve arazlara denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre kâinata “âlem” denilmesi kâinatın Allah'ı (cc) tanıtan, bildiren ve gösteren delil, işaret, alamet olmasından dolayıdır. Âlimler, âlemin yapısını dikkate aldıklarında âlemi cismanî, ruhanî, idrak edilip edilememesine göre şehadet, gayb, menbaları açısından nuranî, zulmanî, derecelerini göstermek için ulvî, süflî, vücutları açısından latif, kesif gibi farklı sınıflandırmalara tabi tutmuşlardır.
Sözlükte berzah, iki şey arasındaki engel, perde, ara, fasıla anlamında kullanılmaktadır. Coğrafyada iki deniz arasındaki kara parçasına denir. Berzah, maddî, manevî, hissî ve aklî olabilir. Istılah olarak âlem-i berzah, ölüm vaktinden kıyamete, yeniden diriltilmeye kadar sürecek olan dünya ile ahiret arasındaki âleme, kabir âlemine denir. Âlem-i berzah, cismanî ve ruhanî âlemler arasındaki köprü veya bu âlemleri birbirine bağlayan âleme de denmektedir. Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i berzah, 1-Ölüm ile ahirette yeniden diriliş arasındaki fasılaya, kabir âlemine, 2-Dünya ile ahiret arasındaki köprüye denir.
Sözlükte emir âlemi demektir. Tasavvufta âlem-i emir, sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücut bulan âlemdir. Melekût âlemi bu âlemdendir. Halk âlemi ile arasındaki fark emir âleminin bir anda var olmasıdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i emir, ruhun ve tabiat kanunlarının geldiği âlemdir.
Sözlükte ruhlar âlemi demektir. Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i ervah, gayb âleminin bir çeşidi olup ahirete gitmek için ruh ve ruhanî varlıkların bulunduğu ve dünyadan daha güzel, daha nurlu olan âlemdir. Maddî âlem, âlem-i ervah üstüne serpilmiş tenteneli bir perdedir. Hz. Üstad, meleklerin bu âlemi görüp girebileceklerini de ifade etmektedir. Bediüzzaman Hazretlerine göre insan ruhuna ve meleklerin varlığına ait deliller, bu âlemin varlığına da bir delildir. Mirac, âlem-i ervahtaki ruhanî varlıklara gösterilen bir mucizedir. Ruh, bu âlemden gelmiştir. İnsanın amelleri bu âlemde de korunmaktadır. Allah'ın (cc) veli kullarının bir kısmı bu âlemi görebilmektedir.
Bakınız: Âlem-i Mülk
Nurânî, yüce ruhlara ait ve nefislere has âleme denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i melekût, âlem-i mülkten daha yüce ve yüksektir. Âlem-i mülk, âlem-i melekût üzerinde ince, tenteneli bir perdedir. O, evliyanın melekût âlemine geçebildiğini de ifade etmektedir.
Tasavvuf ıstılahında âlem-i misâl, ruhlar âlemi ile maddî âlem arasında bir berzahtır. Bununla birlikte misal âlemi bu her iki âlemin manalarına ve hakikatlerine bir ayna gibidir. Yani ruhlar âlemi ve maddî âlemin mana ve hakikatleri latif suretlerle misal âleminde görünür. Demek misal âlemi, ruhlar âlemi ile maddî âlemin mana ve hakikatlerinin suretlerini, şekillerini barındırmaktadır. Tasavvuf erbabına göre misâl âlemi ancak müşahede içindir. Bediüzzaman Hazretlerine göre âlem-i misâl, ruhlar âlemiyle şehadet âlemi ortasında bulunan ve her birine birer yönde benzeyen âleme denir. Hz. Üstadın ifadesine göre âlem-i misâl, ehl-i velâyetin gezinti yeridir. Acâib ve garip şeylerin sergisidir. İnsandaki hayalin gördüğü vazifeyi görmektedir. Hayal, sâdık rüyalar, sadık keşf, şeffaf şeylerdeki temessüller ise misâl âlemini gösteren pencerelerdir.
Akıl ve duyu yoluyla idrak edilebilen madde ve cisimler âlemine denmektedir. Âlem-i şehadet, âlem-i halk, âlem-i nâsut, âlem-i hiss, âlem-i anâsır, âlem-i eflak u encam, âlem-i mevâlid de denmektedir.
Bakınız: Âlem-i Mülk
Hak mâbud olan Cenabı Hakk'a mahsus ve O'nun has ismidir. Yani zatının ismidir. Gerçek mâbudun özel ismidir. Bundan dolayı Allah (cc) lafzı Cenabı Hak'tan başkası için kullanılmaz. Allah (cc), vâcibu'l-vücud olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın ismidir. Âlimlerin çoğuna göre Allah (cc) lafzı herhangi bir kelimeden türetilmemiştir. Bediüzzaman Hazretlerine göre Allah (cc) lafzı, Cenabı Hakk'ın bütün isim ve kemal sıfatlarını içine alan bir sadeftir. Çünkü Allah (cc) lafzı, Cenabı Hakk'ın zatına delâlet eder.
İnsanların itaat ve günahlarının kayıtlı olduğu deftere denmektedir. Ahirette müminlere sağ taraflarından, kâfirlere ise sol ve arka taraftan verilecektir. Kur'ân-ı Kerim'in İsra suresinin on üçüncü ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” İnşikak suresi 7-8. ayetlerde de mealen şöyle ifade edilmektedir: “O zaman kimin kitâbı (amel defteri), sağ eline verilirse, artık kolay bir hesabla hesâba çekilecek!” Âlimler kitabın (amel defterlerinin) verilmesi konusunda fikir birliği halinde iken veriliş şekli üzerinde ayrılığa düşmüşlerdir. Bir kısım âlimler kitaptan amacın amel defteri olduğunu söylemiştir. Diğer bir kısım âlimler de amellerin kaydedilip korunmasından kinaye olduğunu ifade etmişlerdir. Bediüzzaman'a göre insanlar, mahiyet yönüyle, varlıklar içinde en büyük, en mükerrem ve en şerefli varlıklardır. Bundan dolayı insanın amelleri büyük ve fiilleri mühimdir. Bu amel ve fiiller bir hesap ve mizana girecek ve amel sahifeleri neşredilecektir.
Sözlükte fâsid olmayan, iyi amel, güzel amel anlamında kullanılmaktadır. Istılah olarak amel-i sâlih, Cenabı Hakk'ın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak, varlıklara şefkat etmek ve faydalı olmaktır. Amel-i sâlih, yapılan amellerin iman ve itikada uygun ve insanlık için salah, sonu hayır ve menfaat olan işlere denir. Amel-i sâlihin iki çeşit olduğu ifade edilmiştir. Birincisi: Bedenle yapılan ibadetler gibi insanın evvela ve bizzat kendisine faydalı olan ve kendi salahına yarayan amellerdir. Buna fazilet ve mükemmil-i nefs de denir. İkincisi: Zekât, sadaka, hakka davet ve hak yolunda mücadele gibi başkalarına faydalı olan amellerdir. Buna mükemmil-i gayr veya fazıl da denir. Ameli-i sâlihin, doğruluk, fedakârlık ve meşru yollarla kendisi ve ailesi için helal rızık kazanmak olduğu da söylenmiştir. Kısacası amel-i sâlih, Allah'ın (cc) razı olduğu bütün amellere denilebilir. Bediüzzaman Hazretlerine göre amel-i sâlih, Allah'ın (cc) emirleri dairesinde ihlâsla hareket ederek hayırlar kazanmaya çalışmak ve iyi şeyler yapmaktır. Dinin imandan sonra ikinci cüzüdür. İman ilimlerinden sonra en önemli ve en lüzumlu şey salih ameldir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de devamlı “iman eden ve salih amel işleyenler” denilmektedir. Ona göre amel-i sâlihin hayatı Cenabı Hakk'ın rızasıdır. Hz. Üstad, insanın iman ile Allah'a (cc) intisap ettiğini ve amel-i sâlih ile de O'na itaat ettiğini ifade eder. Bu sayede insan dünya-ahiret menzillerinden şimşek hızıyla geçer.
Sözlükte umumi, genel anlamında kullanılmaktadır. Istılah olarak âmm, bütün fertleri sınırlama olmaksızın içine alan lafız demektir. İki kısma ayrılmaktadır. 1-Genel olup hususilik ifade etmeyen 2-Genel olmasına rağmen hususilik ifade eden
Sözlükte eski âdet, ağızdan ağza nakledilen söz demektir. An'ane, bir haberin veya bir hadis-i şerifin “an fülanin an fülanin..” şeklinde nakledilmesine denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre an'ane, güvenilir, huccet sahibi ve sadık hadis ehlinin icmaını ve ittifakını gösterir. Hadisin hükmünü imzadır ve doğruluğunu tasdiktir.
Arefe günü hacıların vakfeye durdukları dağın ismidir. Mekke'ye 21 km mesafededir. Bu ismin verilmesinin farklı sebepleri zikredilmektedir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: 1-Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva burada buluşup birbirlerini tanımıştır. 2-Cebrail'in Hz. İbrahim'e (as) haccın nasıl ve nerede yapılacağını anlatırken buraya geldiklerinde Arefte? (anladın mı, tanıdın mı?) diye sorması, onun da Areftü (anladım, tanıdım) demesinden dolayı bu isim verilmiştir. 3-Hacıların burada birbirleriyle güzel bir şekilde tanışmaları, burada vakfeye durmaları, Yüce Allah'a (cc) günahlarını itiraf etmekle af dilemeleri, affedilerek günahlarından temizlenmeleri ve Allah (cc) katında manevi güzel bir kokuya sahip olmalarından dolayı bu isim verilmiştir.
Sözlükte, aslında olmayıp bir şeye sonradan eklenen nitelik, ârız olan durum anlamına gelmektedir. Kelam, felsefe ve mantıkta kullanılan bir ıstılahtır. Kelamcılar bu terimi şöyle tanımlamaktadırlar: 1-Cisimlerde bulun haller ve sıfatlardır. 2-Cevher sayesinde var olan ve geçici olan şeydir. 3-Bizzat var olmayıp başkasıyla var olan sıfattır. 4-Boşlukta yer tutan ve varlıkta bulunan şeydir.
Sözlükte bir binanın veya bir yerin en yüksek noktasına denir. Odaya göre tavan, tavana göre ise çatı anlamına gelmektedir. Çadır, çardak gibi yükselen ve gölgelendiren şeyler için de kullanılmaktadır. Arş, sultanın tahtına, bir işin temel esasına, ana direğine, bir cemaatin işinden sorumlu reisine, kuşun yuvasına, ayağın parmak tarafına olan tümseğine de denmektedir. Arş kelimesinin icap ettiği lüzumlu mana yücelik ve yüksekliktir. Istılah anlamı olarak arş, bütün âlemleri kuşatan, tahdid ve takdiri aklın sınırlarını aşan ve hakikati ilahî ilme havale edilen yüksek ve yüce bir muhit olmak üzere bilinmiştir ki gökler, cennet, sidre, kürsî arşın altında olduğu kabul edilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri arş kelimesini 1-Bütün âlemlerin damı hükmünde ve onları tamamen kuşatan âlem 2-İlahi tasarrufun bir merkezi 3-Taht 4-Temsilî/mecâzî anlamda kullanmaktadır.
Aynı soydan gelen veya aralarında yakınlık bulunan kimselerin tehdit veya muhalifler karşısında birbirlerine yardım etmesine ve destek vermesine denir. Asabiyet, kavmine zulümde yardım etmek anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri cahiliye asabiyetinin birbirine destek veren gaflet, dalalet, riya ve zulmetten meydana gelen bir macun olduğunu ifade etmektedir.
Sözlükte sâfî ve halis dostlar, kimseler anlamındaki safî kelimesinin çoğuludur. Bediüzzaman Hazretlerinin tanımına göre asfiyâ; peygamber varisleri olan muhakkik kimselerdir. Bunların özellikleri olarak da şunları ifade etmektedir: 1-Kitap ve sünnetin irşadını esas alırlar. 2-Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat sâfi, ihatalı, doğru iman ederler. 3 Kur'ân'ın birinci tabaka şakirtleridir. 4-Nuranî bir akla sahiptirler.
Sözlükte şiddetli ve aşırı sevgi anlamında kullanılmaktadır. Aşk, sevenin sevdiğinin kusur ve ayıplarını görmez olup yalnız ondaki güzelliği görmesine denir. Aşk, bir kimsenin sevdiğinden başka kimseyi sevgili olarak görmemesi, kendisini tamamen sevdiğine vermesi anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre aşk, şiddetli muhabbettir. Ona göre aşk, aşk-ı hakiki ve aşk-ı mecâzî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Aşk-ı mecâzî: Allah'tan (cc) gaflet ederek fâni varlıklara olan aşka denir. Aşk-ı hakiki: Cenabı Hakk'a ve Allah (cc) namına olan aşka denir. Hz. Üstad aşkın bir kısım özelliklerini şöyle ifade etmektedir: 1-Aşk, insanın kendisini tamamen sevdiğine vermesi ve ondan başka kimseyi görmemesinden dolayı kuşatıcı değildir. 2-İnsan, aşk vasıtasıyla sevdiğini yüceltmek için bazen başkalarının değerini düşürmektedir. 3-Aşk, bir karşılık ve ücret beklemektedir. 4-Mecâzî aşk ise insana sürekli bir azap ve acı yaşatmaktadır.
Sözlükte bir şeye yaraşan ve uygun olan nesne anlamına gelen salâh kökünden türemiştir. Kelam ilminde Yüce Allah'ın (cc) kullar hakkında en yararlı, en uygun ve en iyi olanı yaratması anlamında kullanılmaktadır. Ehl-i Sünnet'e göre kul için aslah olanı yaratmak, Allah-ü Teala üzerine vacib değildir.
Allah-ü Teâla'nın (cc) ilminde varlığın hakikatlerinin bilinmesine denir. A'yân-ı sâbite, mümkün varlıkların, Allah'ın (cc) ilminde sabit olan hakikatleridir. A'yân-ı sâbite, mümkün varlıkların ilahî ilimde bilinmesinden ibarettir. A'yân-ı sâbite, Cenabı Hakk'ın ilminde mümkünatın hakikatleridir. İlahî ilimde Esma-yı Hüsna'nın hakikatlerinin suretleridir. Bediüzzaman Hazretlerine göre a'yân-ı sâbite, Allah'ın (cc) ilminde bulunan ilmî mevcudlara denir.
Müşahede, gözlem ve deney yoluyla elde edilen kesin bilgiye denir. Mesela ateşi gören bir insan, ateşin varlığına inanır. Hâlbuki kimse ona ateşin olduğunu söylemedi. Kendisi de ateşin varlığına olan delillerden yola çıkarak ateş hakkında bir bilgi edinmedi. Fakat o, ateşi gördü ve ateşin varlığı hakkında kesin bilgi sahibi oldu. Ayne'l-yakîn, ilme'l-yakînden daha üstündür. Bundan dolayı “işitmek, görmek gibi değildir” denmiştir. İnsan, görerek kazandığı yakîn karşısında, haber ve düşünceyle elde ettiği yakînden daha çok tatmin olmaktadır. Ayne'l- yakîn vesveseleri giderme konusunda ilme'l-yakînden daha çok yardımcı olmaktadır. Ayne'l-yakîne, müşahede ve keşfin verdiği kesin bilgi, insanın akledilir (ma'kulât) olanları oldukları gibi kavraması, nesneleri olduğu gibi görme, müşahedeye dayanan bilgi gibi manalar da verilmektedir. Ateşi görmekle hakkında kesin bilgi sahibi olmak örneğiyle açıklanmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre ayne'l-yakîn, kalp ile müşahede veya göz ile görme neticesinde oluşan şüphesiz ilme denir. Ona göre ayne'l-yakîn, tahkiki imanın bir mertebesidir. Ayne'l-yakînin birçok mertebeleri vardır. İnsan bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyacak dereceye gelebilir.
Kişinin bir işi yapması için bütün gücüyle ona yönelmesidir. Ciddiyet ve sabırla çalışıp hassasiyet göstermek anlamında da kullanılmaktadır. Azîmet, büyük bir gayretle yapılması gereken hayırlı işlere ve ruhsat ciheti aranmayarak yapılması istenilen en önemli farzlara denir. Azâim ve avâzim denilmektedir. Azîmet, kulların özürlerine bina edilmeden ilk başlangıçta meşru kılınan şeydir. Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulması gibi. Bediüzzaman Hazretleri göre Lâübali insanlar, ruhsatlarla okşanılmamalıdır. Bunlar azîmetlerle, şiddetli ikaz edilmelidir.
Sözlükte bir işte gösterilen ciddiyet, ihtimam, gayret ve ısrarlı istemek, sabır, kesin karar anlamında kullanılmaktadır. Terim anlamı olarak azm-i musammam, kesin, samimi ve değişmez bir karar ve irade yönelmesidir. Kesin ve geri dönmemek üzere verilen karardır. Azm-i musammam, bir fiili işleme veya işlememe konusunda kesinleşen ve vazgeçme ihtimali düşünülmeyen karara veya iradeye denir. Âlimler, insanların caymamak üzere bir fiili gerçekleştirmek veya işlememek için verdiği kesin karardan önce düşüncelerinin beş aşama geçirdiğini söylemektedirler. Birincisi: Zihinden geçen şey, kalbe ilk gelen düşünce anlamında kullanılan hâcis mertebesidir. İkincisi: Kalbe gelen ilk düşüncenin kalpte cereyan etmesi anlamına gelen hâtır mertebesidir. Üçüncüsü: Kalpte cereyan eden düşünceyi yapma veya yapmama konusunda yaşanan tereddüt anlamında hadîs-i nefs mertebesidir. Dördüncüsü: Bir fiili işleme veya terk etme konusunda yaşanan tereddütten sonra bir tarafı tercih etme anlamına gelen hemm mertebesidir. Beşincisi: Asla vazgeçmemek üzere tercih edilen tarafta ısrarcı ve kararlı olmak anlamında azm-i musammam mertebesidir. İslam âlimleri ilk dört mertebede insanın iradesinin söz konusu olmadığını yalnız azm-i musammam mertebesinde insanın kastı olduğu ve bundan sorumlu tutulduğunu ifade etmektedirler.
Kalbe nisbet edilen görmeye denir. Yani manevi kuvvet ve kalb nuruna denir. Maddî gözle maddî şeyler görülüp idrak edildiği gibi basîret ile de manalar, gayb ve batınî hakikatler idrak edilir. Basîret mecaz olarak kullanıldığında açık deliller, kuvvet ve kalb nuruyla idrak edilecek deliller demek olur. Basîret, bir iş, oluş veya nesnenin görünür veya görünür olmayan yönlerini dikkat ve ona nüfuz etmenin sonucunda idrak etmek ve bu sayede o şeyin açık seçik bir hale gelmesine denir. Basîret, kalb gözüyle gerçekleşen idrake denir. Basîret ilahi bir nurdur. Bu kelime kalb gözü, feraset, fetânet, hüccet, delil, burhan, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebepleri için de kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre basar (göz), ilahî sanat eserlerini gördüğü halde basîretin, Sani' olan Allah'ı (cc) tanımaması, görmemesi; 1-Basîretin eksikliğinden 2-Kalb gözünün körlüğünden 3-Basîretin pek dar oluşundan 4-Hızlandan kaynaklanmaktadır. Hz. Üstad, basîretsiz bir basarın hiçbir önemi olmadığına dikkat çeker. Hz. Üstad, siyah bir gözlüğü takan insanın, her şeyi siyah ve çirkin gördüğü gibi basiret gözünü nifakla perdeleyen ve kalbini küfürle peçeleyen insanın da bütün eşyayı çirkin ve kötü göreceğini ifade etmektedir. Hatta insanın bu halinin bütün insanlara, belki kâinata karşı bir kin ve düşmanlık besleyebileceğine sebep olacağını söylemektedir. Hz. Üstad, marifetullahın bir kısım şahid ve burhanlarının nur gibi göründüğünü fakat tutulmadığını, hissedilmediğini, bu şahid ve burhanların ancak basîret nuruyla avlanabileceğini de ifade etmektedir.
Hakiki, örfî ve izâfî olmak üzere basît üç kısımdır. Hakiki basît: Hiç cüz'ü olmayan basittir. Örfî basît: Tabiatları çeşitli olan cisimlerden mürekkep olmayan şeydir. İzâfî basît: Cüzleri diğerlerine nisbetle daha az olandır.
Sözlükte bast, bir şey toplu iken açıp yaymak, uzatmak, açmak, açık, genişletmek, çoğaltmak anlamında kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre bast-ı zaman, zamanın genişlemesidir. Bast-ı zaman ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat arasında muhakkak/sabit olan bir düsturdur. Hz. Üstada göre çok kısa zamanda gerçekleşen mirac mucizesi bast-ı zaman hakikatini ispat eder ve bilfiil vukuunu gösterir. Bununla birlikte وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ “Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.” (Hacc Suresi: 47) âyeti de bast-ı zamanı gösterir. Hz. Üstad, bast-ı zamanın evliyalar arasında çok defa vuku bulduğunu da ifade eder. Onun ifadesi ile bazı evliyanın bir dakikada bir günlük işi gördüğü, bazılarının bir saatte bir senelik vazifesini yaptığı, bir kısmının da bir dakikada bir hatme-i Kur'âniyeyi okuduğu rivayet edilmektedir. Hz. Üstad, böyle hak ve sıdk ehli insanların bilerek yalana elbette tenezzül etmeyeceklerini kabul eder. Hz. Üstad, ruhu cisimine galip olan bir veli için, fiillerinin ruh ve hayal süratinde meydana gelmesini caiz görür. Hz. Üstad bast-ı zamanın anlaşılması için şöyle bir örnek verir: İnsanların oturabileceği kadar büyük ibreleri olan bir saat düşünün. Yelkovanın, akrebin ve saniyeyi gösteren ibrenin üstüne birer kişi otursun. Altmış saniye sonra akreb ve yelkovanda oturan kişilere sorulsa ne gördün? Elbette çok kısa bir alanı gördüklerini ifade edeceklerdir. Saniyeyi gösteren ibrede oturana ne gördün? diye sorulduğunda saatin kapladığı koca bir alanı gördüğünü söyleyecektir. İşte Hz. Üstad bu örnekten sonra hareketin, zamanın cismi veya zamanın, hareketin rengi olduğunu bundan dolayı harekette geçerli olan bir hakikatin zamanda da geçerli olacağını ifade ederek bast-ı zamanı açıklamaktadır. Hz. Üstad bast-ı zamanın, herkesce malum olan bir tarafının rüyada gerçekleştiğini söylemektedir.İnsanın bazen bir dakikada gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvâli, konuştuğu sözleri, aldığı lezzetleri veya çektiği acıları görmek için, uyanıkken bir gün, belki günler lazımdır. İşte rüyada insanlar için olan bu hal, evliyalar için uyanıkken olur. Zaman genişler.
Suret veya sıfatlar yönünden gerçek bedene benzeyen misâlî bedene denir. (Bakınız: Temessül) Hz. Üstada göre beden-i misâlî, ruha münasip, nuranî, latif ve misâlî olan bedendir. Yani bir varlığın maddî bedenine suret veya sıfatları yönünden benzeyen misâlî bedene denir.
Sözlükte görülmemiş, ender, yeni şey, acaip ve garip, örneksiz yapmak anlamına gelmektedir. Bedi', bir şeyi örneksiz ve başkasını taklid etmeden icad etmek demektir. Bedi', yoktan ve hiçbir örneği olmayan nesneyi inşa eden ve yaratan zattır. el-Bedi', Cenabı Hakk'ın ismi olarak kullanıldığında aletsiz, maddesiz, zaman ve mekandan müstağni olarak yaratan demektir. Bedi', varlıklar hakkında kullanıldığında ise örneksiz yapmak demektir.
Sözlükte açık, belli, aşikâr anlamında kullanılmaktadır. Bedîhî, ispata muhtaç olmayan ve doğrudan doğruya aklın kabul ettiği bilgidir. Bedîhî terimi hafî (gizli) ve celî (açık) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Hafî bedîhî: Zihinlerden gizliliği kaldırmak için hatırlatmaya ihtiyaç hisseden bedîhîye denir. Celî bedîhî: Hatırlatmaya ihtiyaç duymayan bedîhî demektir. Bu terim nazarî kavramının mukabilinde kullanılmaktadır. Bedîhî, düşünme veya bir emeğe ihtiyaç hissetmeksizin elde edilen ilme denir. Sıcaklık ve soğukluğu tasavvur etmek veya gün ile gece birleşmez diye tasdik etmek örneklerinde olduğu gibi.
Sözlükte bir nesnenin ilk hal üzere sebatı, devamlılığı, ölümsüzlük, ebediyet, ebedîlik, bâkîlik, devamlılık, anlamında kullanılmaktadır. Zıddı fenâdır. Bekâ, Yüce Allah'ın (cc) sonrası ve yokluğu olmayan bir zat olması anlamındadır. O'nun yokluğunun imkânsızlığıdır. Bekâ vasfı, kıdem vasfının bir gereğidir. Zira kadîmliği sabit olanın yokluğu imkânsızdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre bekâ, tekerrür-ü vücuddan ibarettir. Yani her daim varlığın, zatın veya mahiyetin tekrarlanmasından ibarettir.
Sözlükte ulaştı, sona erdi, idrak etti, idare etti, te'kidde son dereceye vardı, isteğinin en üst seviyesine yetti anlamında kullanılmaktadır. Istılah olarak farklı tanımlar bulunmaktadır. Fahreddin-i Razi'ye göre belağat, söz söyleyenin kişinin kalbinde olan mananın künhünü ona zarar verecek îcaz ve usandırıcı uzatmalardan sakınarak ifade etmesinden ibarettir. En çok tercih edilen tanım ise şöyledir: Bir sözün fasih olmasıyla beraber hâl ve makamın gereğine uygun olmasıdır. Burada “hal” den kasıt sözün söylenmesini gerektiren özel sebeptir. Bediüzzaman Hazretlerine göre belağat, halin gereğine uygun ve makamın nispetinde son derece açık olan söze denir. Hz. Üstad belağatin, istiare ve mecaz üzere tesis edildiğini, i'cazın ise aslı olduğunu ifade etmektedir.
Sözlükte iki şey arasındaki engel, perde, ara, fasıla anlamında kullanılmaktadır. Coğrafyada iki deniz arasındaki kara parçasına denir. Istılah olarak berzah, ölüm vaktinden kıyamete ve yeniden diriltilmeye kadar sürecek olan dünya ile ahiret arasındaki âleme, kabir hayatına denir. Berzah, cismanî ve ruhanî âlemler arasındaki köprü veya bu âlemleri birbirine bağlayan âleme de denmektedir.
Yüce ve mukaddes olan ilahî bir beyttir ki rivayetlere göre üçüncü, dördüncü, altıncı veya yedinci kat semada olup her gün yetmiş bin melek ziyaret eder. Bu beyte Durah da denmektedir. Beyt-i ma'mur, gökte bir mescit olup Kâbe'nin tam hizasındadır. Her gün yetmiş bin melek onu ziyaret etmektedir. Onun semadaki hürmeti, Kâbe'nin yeryüzündeki hürmeti gibidir.
Sözlükte açık seçik olan nesne, delil, şahid, bir davayı ispat etmek için sunulan delil, vesika anlamında kullanılmaktadır. Beyyine, kendisi gün gibi açık olan ve bir davayı açık bir şekilde ispat eden delil demektir. Beyyine nura benzetilerek kendisi görünen ve başkasını apaçık gösteren delil de denmiştir. Bundan dolayıdır ki davasını açıkça ortaya koyan ve ispat eden şahide, sağlam delile ve mucizeye de beyyine denmektedir.
Sözlükte âdette hiç örneği geçmemiş, yeni türemiş, ilk olarak türedi, sonradan olma anlamında kullanılmaktadır. Bid'at, kitap, sünnet ve sahabenin icmaı gibi bir asla dayanmayan şeye denir. Bid'at, kemale ermiş olan dinde sonradan ortaya çıkan şeye denir. Bid'at, Resulü Ekrem (sav) Hazretlerinden sonra nefsin arzularına ait dinde sonradan ortaya çıkan amellere denir. Bid'at kelimesi dinde sonradan ortaya çıkan eksiklik veya fazlalıklar için kullanılır. Bid'at hasene/mübahe ve seyyie/dalal olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bid'at-ı hasene: Şeriatta bir örneği, şahidi olan veya bir fesadı def etmek gibi bir maslahata sebep olan bid'atlardır. Bid'at-ı seyyie: Şeriatte bir örneği olmayan ve nefsin arzularından kaynaklanan bid'atlardır. Bediüzzaman'a göre bid'at, tamam ve kemal mertebede olan şeriatin esaslarını ve sünnet-i seniyyenin düsturlarını beğenmemek, eksik görmekten dolayı yapılan yeni icadlara denir. Bu bid'atlar ise dalalettir. Hz. Üstad, muhkematta ve ibadete temas eden meselelerde yeni icadların yapılmasını bid'at olarak değerlendirmektedir. Ona göre adaba yapılan muhalefete bid'at denmese de Hz. Peygamberin (sav) nurundan, feyzinden, edebinden bir mahrumiyet söz konusudur. Hz. Üstada göre tarikatta olan evrad ve zikirler, asılları kitap ve sünnetten alınmak, usul ve esasları sünnete muhalefet etmemek ve sünneti değiştirmemek şartıyla bid'at değildir. Bunları bid'at olarak değerlendirenler de bid'a-yı hasene olarak saymışlardır. Hz. Üstad, bozguncu olan bid'at ehlini iki kısma ayırmaktadır. Birincisi: Güya din hesabına ve İslamiyet'e sadakat namına bid'atlar çıkarır. İkincisi: Millet namına ve milliyet hesabına ortaya bid'atlar çıkarır.
Cüz'înin, hüküm olarak küllîde bulunmasıdır. Küllînin hakikati ispat edildiğinde onun altında/içinde bulunan ve hükmüne tabi olan cüz'înin hakikati de ispat edilmiş olmaktadır. Örneğin “insanlar fânidir” küllî hükmü söylendiğinde “Bazı insanlar fânidir” olan cüz'î hüküm elbette daha kuvvetli bir şekilde geçerli olmuş olur. Burhan özelliğini taşımaktadır.
Şimşek ve elektrik süratini ifade eden berk kelimesinden türetilmiştir. Hadîs-i nebevîde burak şöyle tanımlanmıştır: Mirac gecesinde Hz. Peygamberin bindiği, merkebden büyük katırdan küçük olan ve gözünün gördüğü en uzak noktaya ayağını basabilen bir cennet bineğidir.
Sözlükte huccet, kat'i olan delil, hastalıktan sonra eski haline dönmek anlamında kullanılmaktadır. Burhan, kesin (yakînî) önermelerden (mukaddemat) meydana gelen ve neticesinde kesin bilgi (yakîn) ifade eden kıyasa veya delile denmektedir.
Teselsülün batıl olduğunu gösteren bir delildir. Sonsuz farz edilen silsilenin başlangıçtan geriye doğru herhangi bir illete kadar uzanan bir kısmı ele alındığında belirli sayıda olan malul ile illet arasında kalan kısım da belirli ve sınırlı olacaktır. Dolayısıyla silsilenin bunun dışında kalan kısmının da sınırlı ve belirli olacağına hükmedilir. Bu delil sebep ile sonuç arasındaki sınırlılığı göstermektedir. Sınırlı olana dâhil olan da sınırlıdır. Sonsuza gidenler ise sınırlandırılamazlar. Öyleyse silsileler sonsuza gidemezler ve sonlu olmak zorundadırlar.
Hikmet ve itkan delili de denmektedir. Kur'ân-ı Kerim'in gösterdiği delillerden biridir. İnayet delili, en üstün, en şerefli delil olarak anılmaktadır. Burhan-ı inâyet delili şöyle özetlenebilir: Akılların, hikmetini idrak etmekten aciz kaldığı âlemdeki eşsiz sanat eserleri ve en uygun, en faydalı, en üstün bir şekilde gerçekleştirilen fiiller, bir kasıt ve hikmeti gösterir. Bu tertip ve intizam ancak âlemin yaratıcısının hikmet sahibi yüce bir varlık olduğunu bildirir. Aksi halde bu düzen ve fiillerin şuursuz varlıklar tarafından kurulduğunu ve gerçekleştirildiğini kabul etmek gerekir ki bu da imkânsızdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre burhan-ı inâyet, âlemi ve içindekileri dağılmaktan, ihtilaflardan ve karışıklıklardan kurtarıp bütün özellikleriyle beraber bir tertip içinde tutan nizama denir. Bu nizam sayesinde bütün hikmetler, faydalar, menfaatler yerine getirilmiş olur. Böyle bir tertip, düzen, nizam ise yaratıcı bir kudreti ve hikmet sahibi bir zatı göstermektedir.
Tahkik manası ifade eden inne ile burhan kelimesinden meydana gelen bir terkiptir. Burhan-ı innî, cüz'îden küllîye, eserden müessire, sonuçtan sebebe doğru akıl yürütme metoduna denir. Bu akıl yürütme sonucunda verilen hükmün hariçte tahakkuk ettiğini göstermektedir. Şüphelere karşı oldukça güvenilir bir metottur. Tepenin arkasında dumanı görüp ateşin olduğunu bilmek gibidir. Burhan-ı innî, bir şeyi eserleriyle ispat eden kıyasa denmektedir. Burhan-ı innî yani eserden müessire akıl yürütme metodu Meşşâi felsefecilerinin metodudur. Bediüzzaman Hazretlerine göre burhan-ı innî, dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlâle denir. Şüphelere karşı daha sâlimdir.
Delilin sebebinin ne olduğunu açıklamasından dolayı “niçin?” anlamındaki “lime?” ye nispetle bu isim verilmiştir. Arapçada niçin? Sorusuna bu delil ile cevap verilmektedir. Limmî olarak verilen hükmün hariçte hem tahakkukunu hem de sebebini ifade etmektedir. Burhan-ı limmî, müessirden esere yapılan akıl yürütmeye denir. Ateşten dumanının varlığını bilmek gibidir. Burhan-ı limmî, bir şeyi sebepleriyle ispat eden kıyasa da denmektedir. Müessirden esere akıl yürütmek işrâkî felsefecilerin meslekleridir.
Süllemî burhan, kademeli olarak oluşan bir delildir. Teselsül/sonsuzluk iddiasını çürütmek için kullanılmaktadır. Aynı noktadan çıkan eş kenar üçgenin iki kenarını düşünelim. Bu iki çizgi uzadıkça aralarındaki mesafe de açılacaktır. Yani aralarındaki mesafe çizgilerin uzamasıyla doğru orantılıdır. Çizgiler uzadıkça mesafe artacaktır. Şimdi bu iki çizginin sonsuza kadar gittiğini farz edelim. O zaman aralarındaki mesafe de zorunlu olarak sonsuz olacaktır. Hâlbuki bu durum imkânsızdır. Çünkü iki sınır arasında kuşatılanın sonsuz olması zorunlu olarak imkânsızdır. Öyle ise aradaki mesafe ile ortak noktaları olan bu iki çizgi de sonsuz olamaz. İşte bu delile süllemî burhan denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre burhan-ı süllemî kesin bir delildir. Teselsül düşüncesini iptal edip muhal olduğunu ispat eder.
İrade çatışması prensibine dayanarak Yüce Allah'ın (cc) birliğini ispat etmek için Kur'ân-ı Kerim'de geçen bir delilin adıdır. Bu delil sayesinde ulûhiyetin zatî bir özelliği ve lazımının ise istiklâliyet olduğu anlaşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de bu delili gösteren ayet-i kerime şöyledir: لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا “Eğer yerde ve gökte Allah'tan (cc) başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu.” (Enbiya Suresi: 22) Bu delile göre iki veya daha fazla ilah farz edilirse biri bir cismin hareketini diğeri durmasını istediği takdirde ya ikisinin dediği veya birinin dediği gerçekleşecektir. İkisinin isteğinin aynı anda gerçekleşmesi mümkün değildir. Eğer birisinin iradesi gerçekleşirse, diğerinin acizliğini gösterir. Oysa acizlik taşıyan bir varlık ilah olamaz. Bediüzzaman Hazretlerine göre Kur'ân-ı Kerim, Sâni'in vahdetine dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa, “Eğer o ikisinde (yerde ve gökte) Allah'dan başka ilâhlar bulunsaydı, elbette o ikisi (ve onlarda görünen şu intizam) fesâda uğrardı (bozulup giderdi).” (Enbiya suresi:22) mânâsında olan لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا ayetinin tazammun ettiği “burhanü't-temânü'” Sâniin vâhid ve müstakil olduğuna kâfi bir delildir. Ve istiklâliyet, ulûhiyetin zatî bir hassası ve zarurî bir lâzımı olduğuna nurlu bir burhandır.
Sözlükte kırığı sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak, telafi etmek anlamında kullanılmaktadır. Cebbâr, bu manada Allah (cc) için kullanıldığında varlıkların eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bunları gereği gibi yapmakta çok muktedir olan hakîm zat demektir. Yani Allah Teâlâ hazretleri dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten zat demektir. İkinci anlam olarak cebbâr, dilediğini zorla yaptırmak, ıslah etmek demektir. Bu manada Allah (cc) için kullanıldığında varlıkları iradesine mecbur eden, dilediğini yaptırmaya kâdir olan, hükmüne karşı gelme ihtimali bulunmayan zat demektir. Meşîeti her şeye nüfuz eden fakat hiç bir kimsenin meşîeti kendisine nüfuz etmeyen, hiç bir şeyin kudretinden kaçamadığı, her şeyin O'na karşı aciz ve nakıs olduğu zat demektir. Cebbâr, kendisine erişilemez, el uzatılamaz, yüce ve azametli olan Yüce Allah (cc) anlamında da kullanılmaktadır. Cebbâr, yüce, azamet, kahır ve izzet sahibi olan Allahü Teâlâ'nın bir ismidir. Cebbâr, insanlar için kullanıldığında musallat olan, kuvvetli, iri cisimli, Allah'a (cc) ibadet ve kulluk etmez, kibirli, inatçı, çok insan öldüren kişi demektir.
Sözlükte yücelik, büyüklük, ululuk, azamet anlamlarında kullanılmaktadır. Tam ve eksiksiz kudret demektir. Allah'tan (cc) başka yaratıcı ve Rabbin olmadığı anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufta, ilahî isimlerin ve sıfatların âlemi anlamında azamet âlemi için kullanılmaktadır.
Kelime olarak kırığı yerine getirip sıkı sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak, dilediğini zorla yaptırmak ve zoraki yaptırmak anlamlarında kullanılmaktadır.
İnsanlarda hür bir irade ve kudretin olmadığını iddia eden fırkanın adıdır. Bu fırkaya göre insan, rüzgârın önünde bir yaprak gibi olup bütün işlerini yapmaya mecbur ve mahkûmdur. İnsan iradesinin hiçbir etkisi yoktur. Bu fırka iki gruba ayrılmaktadır. Kulun bütün fiillerini Allah'a (cc) isnad eden gruba Cebriye-i Hâlisa, kulun müessir olmayan bir kudrete sahip olduğunu söyleyen kısmına da Mutedil Cebriye denmektedir.
Meşhur önermelerden oluşan ve muhatabını susturmak/ilzam için yapılan kıyasa denir.
Âlim olan bir kimsede bir konu hakkındaki ilmin olmamasına veya bildiğini hatırlayamamasına denmektedir. Cehl-i basit, bir kimsenin meçhul bir şeye parlak bir isim vererek anladığını ve meçhul şeyleri ona göre değerlendirerek açıkladığını zannetmesine denir.
Vakıaya uygun olmayan kesin inançtan ibarettir. Cehl-i mürekkeb ilmin zıddıdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre cehl-i mürekkebin kaynağı sıradanlıktır. Yani alışılmış ve her vakit olan şeylerdir. Hz. Üstad, cehl-i mürekkebi gidermenin yolunun, keskin bir beyan, âdet perdesi altındaki harikuladelikleri çıkarıp göstermek ve burhanın elmas kılıcıyla parçalamak olduğunu ifade etmektedir.
Sözlükte kadri ve şanı pek yüksek olmak anlamında kullanılmaktadır. Yüce Allah (cc) üç sebepten dolayı bununla vasıflanır. 1-Varlığının ve birliğinin bilinmesi için büyük şeyler yarattığı içindir. 2-Varlıkların O'nu kavramasından, kuşatmasından ve anlamasından yüce olduğu içindir. 3-Duyular yoluyla idrak olunmaktan pek yüce olmasından dolayıdır. Tasavvufta Celâl, Yüce Allah'ın (cc) kahır ve gazapla ilgili tüm sıfatlarının umumi ismidir.
İnsan, cin ve meleklerin cisim ve bedenine denir. Cisim tüm varlıklar için kullanılırken cesed, akıl sahibi varlıklar olan insan, melek ve cin için kullanılmaktadır. Bundan dolayı cesed, cisim kelimesine göre daha dar bir anlam taşımaktadır. Başka anlamlarda kullanımı teşbih yoluyladır.
Câmiu'l-kelam veya câmiu'l-kelîm olarak da söylenmektedir. Az sözle çok mana anlatan edebî vecizelere denmektedir. Kelimeleri ve ifadeleri toplayan, az sözle çok şey anlatan demektir. Sözü az manası çok olan sözlerdir. Hz. Peygamberin (sav) şu sözünde olduğu gibi “Cennet zorluklarla, cehennem ise şehvetlerle çevrilmiştir.”
Başlı başına mevcud veya bizatihi kâim olan yani vücudunda başkasına muhtaç olmayan mümkün mevcuda denir. Heyûla, suret, cisim, nefs ve akıl olmak üzere beş kısma ayrılır. Cevher, ne fiilen, ne vehmen, ne de farazî olarak parçalanmayan şeye (ayn) denir. Cevher, bölünmesi asla mümkün değil ise buna cüz-i la yetecezza veya cevher-i ferd (atom) denmektedir. Kısım ve parçalara ayrılabilen cevhere, cisim denir. Filozoflara göre cevher zat, hakikat, bizzat var olan ve bizatihi kâim anlamlarına gelmektedir. Kelamcılara göre cevher, bizzat mekânda yer kaplayan anlamında kullanılmaktadır. Cevher, cevher-i maddiyye, cevher-i ferdiyye ve cevher-i şahsiyye olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır: Cevher-i maddiye: Maddî taksim nasıl olursa olsun yine cevher olarak aynı kalana denir. Demir ve taş gibi Cevher-i ferdiye: Taksim ile namı kalmayıp sabit bir hududu bulunan cevhere denir. Bu cevherin her bir ferdi mahsus bir cevher olur. Bitki, ağaç, çiçek gibi Cevher-i şahsiye: Cevher-i ferdiyyeden olmakla birlikte ene ile diğer fertlerden ayrılan cevhere denir. Buna cevher-i eniyyet de denir. Eş'arîlere göre cevher, hiçbir şekilde bölünme kabul etmeyen cevher-i ferddir ki madde denir veya herhangi bir şekilde bölünme kabul edene denir.
Bir mekânda olan ve bölünmesi asla mümkün olmayan cevhere denir.
Sözlükte gömlek, üstlük anlamında kullanılmaktadır. Ferace, çarşaf ve câr da denmektedir. Cilbab, baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dış elbisenin adıdır. Cilbabdan örtmek ta'birinde de iki vecih vardır: Birincisi: Cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmektir. İkincisi: Bir cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur. Yüzünü örtmek de iki şekilde olur: Birincisi: Kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmaktır. İkincisi: Alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin ikisi de açık kalsa bile yüzün büyük bir bölümünü ve göğsü tamamen örtmektir. Bazı âlimlere göre cilbabdan kasıt kadınların örtündükleri örtü olan milhafedir. Türkçede buna çarşaf denir. Bediüzzaman, cilbab ile ilgili ayetin tefsiri hakkında telif ettiği tesettür risalesinde çarşafın kadının siperi ve kalesi olduğunu söylemektedir. Hz. Üstad, dünyanın bahar mevsimindeki güzelliğini çarşaf ve peçe ile tasvir ederek şunları ifade etmektedir: “Bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mucid olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.”
Damadın, gerdek gecesinde geline verdiği yüz görümlüğüne denir. Cilve, güzel ve latif bir şekilde görünme, belirme anlamına gelmektedir. Tasavvufta cilve, Allah'ın (cc) hüküm ve iradesinin tecellisi anlamında kullanılmaktadır.
Sözlükte bir şeyi duyulardan gizlemek demektir. Cenîn; henüz doğmamış, rahimde gizlenmiş çocuk, Cenan; bâtındaki kalb; Cennet; zemini örtmüş bağ ve bostan veya duyulardan gizlenmiş bağ, Cünun; nefis ile akıl arasına perde olmuş delilik, bütün bu kelimelere dikkat edildiğinde ortak anlamın duyulardan bir gizlenme manası vardır. Bu terim hakkında iki tanım yapılmaktadır. Birincisi: Genel anlam olarak duyulardan gizlenen ruhanî varlıklara denir. Bu anlamda kullanılan cin, ins kelimesinin zıttı olup melekler ve şeytanlar için de kullanılmaktadır. Melek ve cin kelimeleri arasında şöyle bir fark bulunmaktadır: Her melek bir cindir lakin her cin melek değildir. İkincisi: Bazı ruhanî varlıklara verilen isimdir. Çünkü ruhanî varlıklar üç kısma ayrılmaktadır: 1-Hepsi hayırlı olanlardır ki meleklerdir. Yanlış iş yapmaz, insanı aldatmaz ve Allah'ın (cc) emrinden çıkmazlar. 2-Hepsi şerli olanlardır ki şeytanlardır. İnsanı aldatır, şer ve fenalık için çalışırlar. 3-Hem hayırlısı hem de şerlisi olanlardır ki cinlerdir. Cin kelimesi özel manasıyla bu üçüncü kısım için kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerine göre cinler, şuur ve hayat sahibi ruhanî varlıklardır. Pek çok nevleri bulunmaktadır. Onlar yeryüzünün insandan sonra en önemli sakinleridir. Cinler, şu âlem sarayını seyretmek, mütalaa etmek, tefekkür ederek beğenmek, takdir etmek ve ibadet etmek hikmetiyle yaratılmışlardır. Hz. Üstad cinlerin de insanlar gibi nihayetsiz bir şerre kabiliyetleri olduğunu ifade etmektedir.
Sözlükte en, boy ve derinliği olan şey anlamında kullanılmaktadır. Cisim, insan ve hayvanların beden ve organlarının tamamına denir. Bu anlamda Türkçede gövde kelimesinin karşılığıdır. Cisim, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç boyutu kabul eden ve beş duyu sayesinde veya biriyle idrak edilebilen nesnelere denir. Bu terim hayvanlar, bitkiler, câmid olan ve küçük şeyler için kullanılmaktadır. Cisim, idrak olunan şahıs anlamında da kullanılmaktadır. Cisimler; kesif ve latif olarak ikiye ayrılmaktadır. Kesif cisimler: Taş, su, toprak vb cisimlerdir. Latif cisimler: Ruh, melek, cin vb cisimlerdir. (Bakınız: Cesed)
Sözlükte kısım, hisse, bölük anlamında kullanılmaktadır. Cüz, bir şeyin tamamıyla vücudu kendilerine bağlı olduğu şeye denir. Cüz, kendisinden ve başkasından bir şeyin oluştuğu şeydir. Kendisinden ve başka şeylerden bütün olan bir şeyin terekküp ettiği şeydir. Mesela duvar veya tavan evin birer cüzüdür. Ev, bu ve başka cüzlerden meydana gelmektedir.
Mantık ilminde kullanılan bir ıstılahtır. Mantık ilminde cüz'î şöyle tanımlanır: İnsan bir lafzı/kavramı tasavvur ettiğinde bu lafza bakar. Hariçte bu lafzı kullanan yalnız bir şey ise yani bu lafzı birden fazla şey kullanmıyorsa o lafza cüz'î denir. Cüz'î denildiğinde gerçekte bir tek şeyin o lafzı kullandığı bilinmelidir. Bu lafız birçok kişinin kullandığı ortak bir lafız değildir. Yani fertler arasında ortak kullanılmayan, yalnız birine ait olan lafızdır. Türkçede buna özel isim, dilciler arasında da alem denir. Hz. Muhammed (sav), İstanbul, Nil lafızları gibi. Zira Hz. Muhammed (sav) lafzından tasavvur edilen şey fert olarak belirli bir şahıstır. Hz. Muhammed (sav) lafzı düşünüldüğü vakit insanın hatırına ondan başkası gelmez. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da tasavvur edilen lafzı hariçte kullanan birisinin olup olmaması değildir. Önemli olan zihnin o lafzı düşündüğünde o lafzın bir tek kişi/nesne/şey tarafından kullanıldığını bilmesidir. Yani cüz'î kavramında hariçte bir ferdi aramak yerine zihin o lafzın ortak kullanılıp kullanılmadığına dikkat etmeli, yalnızca lafza odaklanmalıdır. Bir başka tanıma göre de cüz'î, fertlerin bazısı hakkında verilen hükümdür. “Bazı talebeler çalışkan değildir.” Bu hüküm bazı talebeler hakkında verilmiştir. Geneli veya tamamı hakkında değildir.
Tasavvur edilen bir kavramın/mefhumun varlıklar arasında ortak kullanılmayıp yalnız bir şeye ait olması ve hariçte müşahhas olmasına denir. Mesela “İstanbul” dendiğinde bildiğimiz İstanbul şehrinden başka bir şey hatıra gelmemekte ve bu isim müşahhas olarak mevcud bulunmaktadır.
Sözlükte sahipsiz kalmış deve, yitik, müstakim yoldan sapmak, kaybetmek, azmak, yolunu kaybetmek, yolunu şaşırmak, hata yapmak, evlâ olanı terk etmek, unutmak anlamında kullanılmaktadır. Zıddı hidayettir. Dalâlet, sapıtmış, doğru yoldan çıkmış demektir. Dilimizde sapmak, sapıklık, sapkınlık denmektedir. Gaflet, hayret, helâk manalarında da kullanılır. Istılah olarak dalâlet, doğru yoldan bilerek veya hatayla, unutarak veya gafletle azıcık veya çok ayrılmaktır. Dalalet iki kısma ayrılmaktır. Birincisi: Nazarî (akıl yürütme) ilimlerde olan dalalettir. Mesela: Marifet, Allah'ın (cc) birliği, peygamberlik vb konularda doğru yoldan ayrılmaktır. İkincisi: Amelî ilimlerde olan dalalettir. Mesela: Şeriat hükümlerinde doğru yoldan ayrılmaktır. Kelam ilminde lazım fiil olarak ele alındığında dalâlet, gayeye ulaştırmayan yola girmektir. Müteaddî fiil olarak ele alındığında dalâlet, batıl yola girdirmek manasında kullanılır. Bediüzzaman Hazretleri küfür ve dalâleti iki kısma ayırmaktadır. Birincisi: Amelî ve fer'î olmakla beraber, iman hükümlerini terk etmek, hakkı kabul etmemekten doğan bir inkârdır. Bu tarz dalâlet kolaydır. Çünkü bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İkincisi: İtikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın esaslarını inkâr değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, batılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın zıddıdır. Kabul etmemekten ibaret değil ki kolay olsun, belki yok olan bir şeyi kabul etmektir. Bu, yok olan davayı ispat etmekle kabul edilebilir. Hz. Üstad, dalâlete gidenlerin fasıklar olduğunu bunun da kaynağının onların kesbleri ile olan fıskı olduğunu ifade etmektedir. Hz. Üstad, dalâletin nefisleri nefret ettiren ve ruhları inciten bir özelliğinin olduğunu vurgulamaktadır.
Sözlükte iddia, davet, dua, nida, talep, söz söylemek, bir adamı çağırmak, Yüce Allah'tan (cc) hayır ve ihsan istemek, bir kimseyi bir nesneye yönlendirmek, bir kişiyi isimlendirmek, hayvanın memesinde süt bırakmak anlamlarında kullanılmaktadır. Tasavvufta da'va, bir kulun kendinde olmayanı delilsiz olarak ileri sürmesine denir. Da'va, insanın sahip olmadığı sıfat ve fazilete sahip olduğunu ileri sürmesine denir.
Ahir zamanda ortaya çıkacak çok yalancı, lanetlenmiş, yeryüzünü dolaşan, mesih olarak sıfatlanan, inkâr ve azgınlığı ile insanları toplayarak yeryüzünü etkileyen, hakkı batıl ile örten, batılı yaldızlayarak hak gibi gösteren, sihir göstererek insanların gözünü büyüleyip ayrıcalıklı bir konuma gelen, yeryüzünün hazinelerini kullanan, çok takipçileri olan, varlığı ile yeryüzünü kirleten anlamlarında kullanılmaktadır. Deccal, insanları aldatmakta mahir bir yalancı, sahtekâr, kâfirliği ve sahtekârlığı yüzünden belli olduğu halde bir takım harikalar göstererek ilahlık dava eden anlamında da kullanılmaktadır. Bediüzzaman'a göre deccal, tabiat ve maddiyyun felsefesinden doğan bir dinsizlik akımının başına geçen, kuzeyden çıkan,bir kısım harikalara mazhar olan, çıktığında herkesin işittiği, dünyayı gezen, mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı (cc) unutmuş, cebbârane olan hâkimiyetine/hükümetine ilahlık vermiş, nifak ve zındaka komitesinin başına geçen, İslam dünyasını esaret altına alan, insanların hırs ve ayrılıklarından yararlanan, anarşistliği ortaya çıkarıp ye'cüc ve me'cüce zemin hazırlayan, ahmak bir şeytan ve aldatıcı/dessas bir insandır.
Sözlükte zaman, uzun zaman, dünyanın geçirdiği süre, yaratılışın başından sonuna kadar geçen süre, bin yıllık süre, bir kişinin ömür müddetine, bir kavim veya ümmetin zamanına ve ömrüne, hâdise, gayret, irade, son derece, galip olma, bir kişinin karşılaştığı kötü olay, encam, demektir. Masdar olduğunda kahr ve galebe ve istila manasına gelir. Zaman ve dehr arasında şöyle bir fark olduğu ifade edilmektedir. Zaman, geçmiş, hal ve gelecek kısımlarına ayrılmaktadır. Dehr ise âlemin baştan sona kadar geçirdiği süredir. Dolayısıyla zaman, dehrin bir bölümü olarak değerlendirilmektedir.
Âlemin ezeli olup bizâtihî var –vacib- olduğunu bundan dolayı bir yaratıcının eseri olamayacağını, âlemde var olan sürekli döngünün ebedî olarak da devam edeceğinden hareketle Allah'ı (cc) ve ahireti inkâr fikrine dayanan en eski felsefecilerden oluşan bir zümredir.
Sözlükte bir kişiye yol gösterip kılavuzluk yapmak anlamında kullanılmaktadır. Mantık ilminde delalet, bir şeyin öyle bir özellik taşımasıdır ki onu bilmekle başka bir şeyin de bilinmesini sağlaması anlamında kullanılmaktadır. Bu iki şeyden ilkine dâll ikincisine medlûl denmektedir. Mutlak delâlet, delâlet-i lafziyye ve delâlet-i gayr-i lafziyye olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Eğer delâlet, lafızlarda olursa buna delâlet-i lafziyye denir. Eğer delâlet lafızlarda olmazsa buna delâlet-i gayr-i lafziyye denir. Delâlet-i lafziyye, vaz'îyye, aklîyye, tabîiyye olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Delâlet-i lafziyye-i vaz'îyye: Lafızlarda olur. “Zeyd” kelimesinin Zeyd'in kendi zatına delaleti, “insan” lafzının “düşünen canlı” üzerine olan delaletinde görüldüğü gibidir. Delâlet-i lafziyye-i aklîyye: Aklın gereği ve delâlet etmesi anlamındadır. Bu dahi lafızlarda olur. Duvar arkasından duyulan konuşmaların, konuşanların varlığına delâlet etmesi gibidir. Delâlet-i lafziyye-i tabîiyye: Tab'ın yani huy, mizaç, karakter ve yaratılışın delâleti anlamındadır. Bu da lafızlarda olur. “Ah, vah” lafızlarının acıya delalet etmesi gibidir. Mantık ilimin erbabına göre delâletin önem arz eden türü, delâlet-i lafzîyye-i vaz'îyyedir. Çünkü bir şeyi ifade etmek, ondan yararlanmak, bir şeyi öğretmek, öğrenmek bunun sayesinde gerçekleşmektedir. Delâlet-i lafziyye-i vaz'iyye de mutâbikî, tazammunî ve iltizâmî olmak üzere üç kısma ayrılır. Delâlet-i mutâbakî: Lafzın, mananın tamamına olan delâletine denir. “El” lafzının parmaklar ucundan bileğe kadar olan kısmının tamamına delalet etmesi gibidir. Delâlet-i tazammunî: Lafzın, mananın cüzüne delâlet etmesine denir. “El” lafzının yalnız avuca veya parmaklara delaleti gibidir. Delâlet-i iltizâmî: Zihinde lafzın manasından başka bir şeye delâlet etmesine denir. “Buz” lafzının soğuğa delaleti gibidir.
Sözlükte kılavuz, mürşid ve rehber anlamında kullanılmaktadır. Istılah olarak delil, düşünme ve araştırmaya dayalı bir akıl yürütme ile haberden istenilen amaca ulaşabilmektir. Mantıkta delil, kendisinin bilinmesiyle bir başka şeyin bilinmesini sağlayan şeye denir. Mantık ilmine göre delil, cehaleti gidermek, ilim elde etmek ve davayı tahkik etmek amacına hizmet eder. Delil, aklî ve naklî olmak üzere iki çeşittir. Naklî delil: Vahye dayalı deliller işitilerek öğrenildiğinden bu delillere, dinî, naklî veya sem'î deliller denir. Aklî delil: Akla dayanan delillere denir.
Benzeri görülmemiş bir şeyi yaratmak anlamında kullanılan ihtira ve delil kelimelerinden oluşan bir terkiptir. Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen ve Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren delildir. Bu delile önceleri hudus yolu, hudus-u araz ve sıfat yolu da denmiştir. Bu delil şöyle özetlenebilir: “Şu varlıklar ihtira' olunmuştur/yaratılmıştır.” “İhtira' olunan/yaratılan her varlık ihtira edene/yaratıcıya muhtaçtır.” “Öyle ise şu varlıkların bir muhterii/yaratıcısı vardır. O muhteri/yaratıcı da kadim olan Allahü Tealadır.” Bediüzzaman Hazretlerine göre Cenabı Hakk'ın ihtira'/ibda' ve inşa/sanat olmak üzere iki türlü icadı vardır. İhtiraî icad: Cenabı Hakk'ın hiçten, yoktan vücud vermesi ve bu vücuda gereken her şeyi de yoktan yaratmasıdır. İnşaî icad: Cenabı Hakk hikmetinin kemalini ve isimlerinin cilvelerini göstermek için kâinatın unsurlarından bir kısım varlıkları yaratmasıdır. Hz. Üstada göre delil-i ihtira' Kur'ân'î bir delildir. Ona göre delil-i ihtira', varlıkların her türüne, her ferdine ve o türe ve ferde göre düzenlenmiş eserleri sonuç veren ve o türün ve ferdin kabiliyetine uygun bir vücudun verilmesidir. Hz. Üstadın başka bir risalesinde delil-i ihtira' şöyle tanımlanmaktadır: رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ وَالَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize” (Bakara Suresi:21) ayetinin işaretiyle Cenabı Hakk'ın hususî eserlerine menşe' ve kendisine lâyık kemalâtına mehaz olmak üzere, her ferde ve her nev'e has ve müstakil bir vücudu vermesidir.
Hasmı ilzam etmek, iddialarını reddetmek ve delili anlamaktan aciz kalan kimseyi ikna etmek için yapılan cedele denir. İspat etmek istediği konuya ilişkin karşı tarafın ileri sürdüğü ihtimallerin tamamını ortadan kaldıramayan delile denir.
İmkân delili şöyle bir kıyas ile özetlenebilir: “Âlem mümkündür.” “Her mümkün vâcibe muhtaçtır.” “Öyle ise âlem vâcibe muhtaçtır. O da Allahü Teala'dır.” Bediüzzaman Hazretlerine göre delil-i imkânî, وَاللّٰهُ الْغَنِّىُ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ “Allah zengindir, siz ise fakir kimselersiniz” (Muhammed Suresi:38) ayetiyle işaret edilen ve Allah'ın (cc) varlığını gösteren delillerden birisidir. Hz. Üstada göre delil-i imkânî şöyle özetlenebilir: Her bir varlığın zatında, sıfatlarında, ahvalinde ve vücudunda sonsuz imkânlar, ihtimaller, müşkilatlar, yollar ve kanunlar bulunmaktadır. Böyle olduğu halde her bir şey birdenbire belirli bir yola girer, bir vaziyet alır, bir sıfatla sıfatlanır ve doğru bir kanun üzerine kendisine takdir edilen hedefe doğru harekete geçer. Kendisinden beklenen bir vazife ve hikmeti hemen sonuç verir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında her bir şeyin macerası, lisan-ı haliyle, Sâni'in kasd ve hikmetine delalet etmez mi?
Sözlükte dönmek, dönüp dolaşmak anlamında kullanılmaktadır. Istılah anlamı olarak devir, iki şeyden her birinin varlığının diğerinin varlığına illet olmasına denir. Hz. Üstada göre devir, iki şeyin birbirini icad etmesine denir. Ona göre bütün akıl erbabı devri mümkinat dairesinde muhal ve batıl görür. Çünkü ikisi de sonsuzluğu gerektirmektedir ki sonlu bir âlemde bu mümkün değildir.
Sözlükte ceza, hesap, hüküm, siyaset, taat, âdet, hal, galip olma, istila, sultan, hüccet, tasarruf etme, kanun, ferman, yol, tedbir, tevhid, ibadet, takva, masiyet, zorlama, sürekli bir bölgeye yağan yağmur, sürekli ve tatlı yağan yağmur, boyun eğme, hastalık, hizmet, ihsan, mâlik olmak, aziz olmak, zelil olmak, millet ve şeriat anlamında kullanılmaktadır. Din, Cenabı Hakk'a kulluk etmek ve sevgili bir kulu olmak gayesiyle insanın kabul ettiği yola denir. Bediüzzaman Hazretlerine göre din, ceza veya dinin hakikatleri demektir.
Evliya zümresinden bir topluluktur. Bunlar Yüce Allah'ın (cc) yeryüzünde varlığın yararına olan bazı işlerde tasarruf etme maksadıyla manevi izin vererek şereflendirdiği kişilerdir. Ebdallar daima yetmiş kişidirler. Bediüzzaman Hazretlerine göre ebdal, evliyanın ziyade nuraniyet kazanan kısmına denir. Bunlar nuraniyet sırrıyla bir anda birçok yerlerde görünebilirler. Bir anda çok farklı işleri yapabilirler. Bunlar evliyanın bir çeşit garibidirler.
Sözlükte zaman, sürekli, uzun zaman anlamında kullanılmaktadır. Ebed, parçalara ayrılmayan zaman diliminden ibarettir. “Şu zamanda bu olay oldu” denir. Fakat “şu ebedde bu olay oldu” denmez. Bu kelime gelecek vakit için kullanılır. Zıddı olan ezel ise geçmiş zaman için kullanılır. Ebed, geleceğe nispetle sonsuz olarak takdir olunan zamanlarda varlığın devam etmesine denir.
Sözlükte bir vaktin sonuna, vade ile alınan borcun son müddetine, bir nesnenin son zamanına, bir nesne hakkında takdir edilen zamana ve geri bırakılmaya denir. Hayatın sonuna, belirlenmiş vakit, inkâr edenleri helak, mutlak iddet ve azap anlamında da kullanılmaktadır. Ecel, ölüm için takdir edilmiş ve belirli olan vakte denir. Hayatın sonu ve ölümün gelmesidir. Kelamcılara göre ecel, bir canlının varlığına son vermek için ilahî ilim ve kader ile tayin edilen vakte denir. Ecel; hem süreye, hem de o sürenin sonu için kullanılır. Ecel, bir vakit veya o vaktin sonu demektir. Meselâ “şu borcun bir sene süresi vardır” denildiği zaman bir sene bir eceldir. Sonra “eceli geldi” denildiği zaman da “senenin sonu geldi” demek olur. Bediüzzaman Hazretleri ecelin belirli ve mukadder olduğunu ifade etmektedir. Ecelin bir olduğunu, değişmeyeceğini ve insanlar için gizli kalmasında bir çok hikmetler bulunduğunu ifade etmektedir.
Ecel-i Kaza da denir. Bir kısım şart ve sebeplere bağlanmış henüz kesinleşmemiş ecel demektir. Ecel-i muallak, şart ve sebepleri bulunduğunda meydana gelir. Ecel-i muallakta değişme ihtimali vardır. Çünkü şart ve sebeplere bağlanmıştır. Bu değişme Allah'ın (cc) ilminde değildir. Meleklerde mevcut olan ilimdedir. Mahsul almak için tohum ekmenin şart olması gibidir. Hadis-i şeriflerde geçen “sadak verme”nin, “dua etme”nin, “ana-babaya iyilik etme”nin, “sıla-i rahimde bulunma”nın ömrü uzatacağı ifade edilmiştir. Bu konu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilmektedir: “Allah, dilediğini siler (dilediğini de) sabit bırakır.” (Ra'd suresi, 39. ayet)
Ecel-i müsemma da denir. Hakkında kesin olarak hüküm verilen geri dönülmez ecel demektir. Ecel-i mübremde her hangi bir değişiklik olmaz ve o, herhangi bir şart ve sebebe bağlı değildir.
Sözlükte zarafet ve usluluk anlamında kullanılmaktadır. Edeb, kişinin insanlara karşı sözlü ve fiilî olarak güzel muamele etmesine ve davranmasına denir. Edeb, hatalardan uzak olan nesneyi bilmektir. Edeb, kişinin görünürde ki güzel ahlakına denir. Edeb, insanı kötülenmekten ve ayıplanmaktan koruyan kökleşmiş bir kuvvettir.
Sözlükte öyle bir zattır ki onun için ikincisi tasavvur olunmaz anlamında kullanılmaktadır. Vasıf olarak Cenabı Hakk'tan başkası için kullanılmaz. Ehad, Cenabı Hakk'ın Esma-yı Hüsna'sındandır. Allah Tealâ'nın ismi olan Ehad, ezel ve ebedde hep bir olan ve beraberinde bir diğeri bulunmayan ferd demektir. Ehad lafzı beraberindeki sayılanları nefiy için kullanılır. Mesela “bana hiç bir ehad gelmedi” dendiğinde “bana hiç bir ferd gelmedi. Bir de gelmedi, daha fazla kişi de gelmedi” demektir. Ehad, ne zatında ne de başkasında hiçbir aded kabul etmeyen hiç bir şekilde iki olması ihtimali bulunmayan hakiki bir, hep bir, daima bir, başkası hiç olan birdir demektir. Fahreddin er-Râzî demiştir ki, ehadiyyet ile Allah Tealâ'dan başka bir şey tavsîf olunmaz. Ehad, Allah'ın (cc) sıfatlarından bir sıfattır ki kendisine mahsustur. Onda O'na hiç bir şey ortak olmaz. Meselâ, “racülün ehadün”, “dirhemün ehadün” denilmez; “racülün vâhidün”, “dirhemûn vâhidün” denilir. Ehad ile vâhid arasındaki bir kısım farklar şöyle anlatılmıştır: 1-Vâhid, ehadde dâhildir. Ehad, vâhidde dâhil değildir. Yani ehad vâhiddir, lâkin her vâhid ehad değildir. 2-“Filana vâhidin gücü yetmez” dendiğinde lakin “iki kişinin gücü yeter” demek mümkündür. Halbuki “filana ehadin gücü yetmez” dendiğinde lakin “iki kişinin gücü yeter” denilmez. Bunun anlamı “hiçbir kişinin gücü yetmez” demektir. 3-Vâhid isbatta, ehad, nefiyde kullanılır. İsbatta “vâhid adam gördüm” denir. Nefiyde ise “bir ehad görmedim” denilir. Bir kısım âlimler ehad'ın iki şekilde kullanıldığını ifade etmişlerdir. Birincisi: Yalnız nefiyde kullanılır. Azı çoğu bütün cinsi kapsar. Mesela “evde ehad yoktur” denildiğinde ne bir ne iki ne daha çok ne toplu ne de ayrı olarak hiç kimse yok demektir. Bu mana için isbatta ehad kullanılmaz. İkincisi: Ehad, isbatta kullanılır. Bu da üç şekilde olur. 1-On sayısına eklenen bir için kullanılır. “ehade aşera” “on bir” demektir. 2-Evvel anlamında kullanılır. “yevmü'l-ehad” gibi “ilk gün” anlamındadır. 3-Vasıf olarak kullanılır. Yalnız Allah'ın (cc) vasfıdır. “De! O Allah ehad'dır.” örneğinde olduğu gibidir.
Cenabı Hakk'ın ne zatında ne de sıfatlarında ortağı olmayan bir tek oluşuna denir. Ehadiyet, gerek aded, gerek terkip, gerek tahsilî olsun bunların bütününden selamette olan için kullanılmaktadır. Ehadiyet, nisbî veya gerçek bütün vücudları reddeder. Bundan dolayı tenzih makamında kullanılır. Ehadiyet, en kâmil ve tam manasıyla hakiki vâhid demektir. Yani bir ve eşi mümkün olmayan tek demektir. Ehadiyet, zatın, haricî ve zihnî terkib ve sayılardan ve bunların gerektirdiği cisim ve yer kaplamasından, uluhiyeti gerektiren vücub-u vücud, kudret-i zatiye, hikmet-i tamme gibi sıfatlarda her türlü ortak ve şaibelerden uzak ve münezzeh olan tek olması demektir. Bediüzzaman Hazretlerine göre ehadiyet, âlemde tecelli eden Yüce Allah'ın (cc) sıfatlarının ve Esma-yı Hüsnasının her bir şeyde özellikle canlılarda özellikle de insanda tecelli etmesi demektir. Ona göre her bir şeyde ilahî isim ve sıfatların tecelli etmesinin sebebi insanların kesret içinde akıllarının boğulmaması ve kalblerinin ilahî zatı unutmaması içindir. Hz. Üstad, ilahî sıfatların vâhidiyet ve ehadiyet olmak üzere iki şekilde tecellisi olduğunu ifade etmektedir. Ehadiyet: İlahî sıfatların perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccühle tasarrufudur. Vâhidiyet: İlahî sıfatların vasıtaların ve sebeplerin perdesi altında ve umumi bir kanun suretinde tasarrufatıdır. Bediüzzaman Hazretleri her bir canlıda birçok ilahî isim ve unvanının tecelli etmesini şöyle temellendirmektedir: “Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân O'nu kayıt altına alamaz. Ve kevn ve mekân, O'nun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesâit ve ecram, O'nun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Bir şey bir şeye mâni olmaz. Hadsiz ef'âli, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı mânen derc ettiği gibi, bir âlemi bir tek fertte derc edebilir. Bütün âlem, bir tek fert gibi dest-i kudretinde çevrilir. Hz. Üstad ehadiyet kavramının anlaşılmasını kolaylaştıracak şöyle bir örnek vermektedir: “Evet, nasıl ki güneş, ziyasıyla umum zemini ışıklandırıp vâhidiyete bir misal olduğu gibi, âyine gibi mukabilindeki her şeffaf şeyde timsali ve aksi ve yedi renkli ziyasıyla ve zâtının suretiyle bulunup ehadiyete dahi bir misal teşkil eder. Eğer güneşin ilmi ve kudreti ve ihtiyarı olsaydı ve cam parçalarının ve içinde güneşçikler görünen katrelerin ve kabarcıkların kabiliyetleri bulunsaydı, irade-i İlâhiyenin kanunuyla her birisinde ve yanında timsaliyle ve sıfatlarıyla tam bir güneş bulunup, sair yerlerde bulunması onun tasarrufatına hiç noksan vermeyerek kudret-i Rabbâniyenin emriyle, tesiriyle, hükmüyle pek büyük zuhurata sebep olarak, ehadiyetteki fevkalâde kolaylık ve suhuleti gösterir. Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, vâhidiyet itibarıyla bütün eşyayı ihata eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hâzır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellîsiyle her şeyin, hususan zîhayatın yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki, kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder. Hz. Üstad, ehadiyet ile her bir şeyin bizzat ilahî rububiyetin tasarrufunda olduğunun, her bir şeyin ilahî kudret, ilim ve irade ile vücud bulduğunun, Cenabı Hakk'ın isim ve sıfatlarıyla her şeyin yanında hazır ve nazır, bütün varlıkların fiillerini O'nun yarattığının anlaşıldığını ifade etmektedir. Hz. Üstad, Allahu Ehad isimlerinin ism-i a'zam olduğunu da ifade etmektedir.
Resul-ü Ekrem (sav) ile ashab-ı kiram cemaatinin yolunu takip eden topluluğa denir. Bu isim kısaltılarak “Ehl-i sünnet”, veya “Ehl-i hak” olarak ifade edilir. Ehl-i Sünnet daima kitap ve sünnete, kitap ve sünnete uygun akla uyarlar. Resul-ü Ekrem'in (sav) getirdiği hükümleri kendi re'y ve heveslerine göre yorumlamazlar. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Sünnet-i Hâssa ve Ehl-i Sünnet-i Âmme olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i Sünnet-i Hâssa: Sünnete kemal derecede uyan, sahabe ve tabi'înin ittifak etmediği ve hakkında bir nassın bulunmadığı konulara dalmayan tevhid ehline denir. Ehl-i Sünnet-i Âmme: Sünnete kemal mertebede uyma konusunda eksiği olan, sahabe ve tabi'înin ittifak etmediği ve hakkında bir nassın olmadığı konulara dalan ehl-i tevhide denir Bediüzzaman Hazretleri Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin hak ehlinin mezhebi olduğunu ifade etmektedir.
İbn Abbas'a (ra) göre emanet, Allah'a (cc) itaat etmektir. Emanete bundan başka farklı anlamlar da verilmiştir. İlahi teklif olan dini yükümlülükler, farzlar, namaz, ilahi isim ve sıfatların tecellisi, akıl, marifetullah, tevhid, Allah'ın (cc) var ve bir olduğunu gösteren deliller, hilafet ve şeriatın emirleridir. Bediüzzaman Hazretlerine göre insana verilen emanet-i kübranın bir çok vechi vardır. Bu emanetin bir vechi de enedir. Emanetin bir ferdi olan ene, gizli hazine olan Esma-yı Hüsnâ'nın anahtarıdır. Aynı zamanda kâinatın gizliliklerini de açacak bir anahtardır. Hz. Üstada göre emanet-i kübra, rububiyetin sıfat ve şuunatının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işaret ve numunelere sahip olan enedir. Yani insanın kendisindeki küçücük ölçücüklerle, sanatçıklarla, Cenabı Hakk'ın her şeyi kuşatan sıfatlarını, küllî fiillerini ve nihayetsiz tecellilerini bilmek ve kâinatta ilahi rububiyetini ilan etmektir. Buradan anlaşılıyor ki Hz. Üstad, âlimlerin emanete verdiği tüm manaları kuşatacak bir mana vermektedir. Çünkü insan, Allah'a (cc) itaati, dini ve dünyevi yükümlülükleri, farzları, isim ve sıfatların tecellisini, marifetullahı, tevhidi, şeriatı ve hilafeti ancak sahip olduğu özelliklerle gerçekleştirebilir. Hz. Üstadın ifadesi ile ene ile yapılır. Hz. Üstadın ayrıca emanete, yeryüzünün halifesi olmak manasını da verdiği görülmektedir.
Sözlükte buyurmak, buyruk, ferman anlamında kullanılmaktadır. Zıttı nehiydir. Çoğulu ise evâmirdir. Hal, şan ve hadise manasına gelen emrin çoğulu ise umurdur.